
Written by Zekiye Yılmaz & Fulya Yaman
Bazen bir fincan kahve, sadece kahve değildir. İçinde özlemi, zamanı, dostluğu ve insanın kendine dönüşünü taşır. Bu öykü, uzak şehirlerde yaşayan iki dostun, aynı fincanın buğusunda yeniden buluşma hikâyesidir.
Dostluk, bazen yan yana yürümek değildir; aynı gökyüzüne farklı şehirlerden bakarken bile aynı duyguyu hissedebilmektir. Uzaklıklar çoğaldıkça, bir selam, bir kahve, bir hatıra bile bağ olur insanla insan arasında. Bu öykü, mesafenin değil, kalbin yakınlığının hikâyesidir.
“Gel kolegam, kahve içelim.” dedi.
O an, içimde eski günlerin sıcaklığı kıpırdadı. Yüzümde istemsiz bir tebessüm belirdi.
“Hemen yapıyorum.” dedim; sanki bir anda yıllar öncesine, o tanıdık masaya dönmüştüm.
Bir fincan kahve yaptım, o da kendi kahvesini hazırladı.
Sonra fotoğraflar gitti, kahveler buluştu — uzaktan da olsa, tıpkı eskisi gibi…
Bir ekranın ardında, ama kalbimizin tam ortasında o samimi sohbet yeniden filizlendi.
Ne garip…
Kahvenin kokusu bile sanki uzaktan geldi, odamı doldurdu.
Kahvemi yudumlarken, o eski muhabbetleri, paylaştığımız anıları bir bir hatırladım.
Ve o an anladım;
sadece kahveyi değil, dostluğumuzu da çok özlemişim.
Kısa bir süre sonra gelen mesaj sesiyle içini heyecanlı bir telaş kapladı.
Tahmin ettiği gibi arkadaşı da kendisine kahve yapmış ve ona resmini göndermişti. Gülümsedi, kahvesinden bir yudum aldı. Sonra yazdığı mesajı okudu.
Hem farklı ülkelerde hem de yine de yan yana gibiydiler.
Arkadaşı da bu duygularını dile getirmişti, kalbinden geçenleri kelimelere dökmüştü adeta. Gözleri buğulandı, gözlüğünü çıkartıp nemlenen gözlerini sildi.
Daha birkaç ay öncesine kadar “haydi kahve içelim” diye birbirlerine mesaj gönderdiklerinde,
akşamına buluşur karşılıklı sohbet ederlerdi oysa. Hayat neler getirecek bilinmiyor… diye düşündü. İşin veya eşin neredeyse, evin orası oluyor…
Ama onların dostluğu hiçbir mesafe tanımıyordu. Bir zamanlar aynı sahnede, biri kemanıyla, diğeri akordeonuyla aynı ezgiyi paylaşmışlardı.
Birlikte çaldıkları her notada, hayatın zorluklarına karşı bir umut vardı.
Müziğin sesiyle, kalemlerinin gücüyle bir araya geliyor;
kitaplarının imza günlerine gidiyor, kadınlara ilham oluyorlardı.
Onların dostluğu, yalnızca kahve kokusuyla değil, birlikte ürettikleri o ilham verici enerjiyle de büyüyordu.
Her biri farklı şehirlerde, farklı hayatların içinde olsa da aynı melodiyi duyar gibiydiler.
Kemanın teli, akordeonun nefesiyle buluşuyor; yılların dostluğu bir ezgiye dönüşüyordu.
Ve belki de o anda, dünyanın iki ucunda bile olsalar, kalpleri aynı ritimde atıyordu.
O akşam, İstanbul’un gökyüzü mora çalarken, Viyana’da yağmur hafifçe pencerelere vuruyordu.
İki şehir, iki ruh, aynı gökyüzünün iki farklı yansıması gibiydi.
Birinde Boğaz’ın tuzlu rüzgârı, diğerinde Tuna’nın serin sesi vardı.
Ama dostluk…
O ikisinin arasındaki görünmez köprüydü.
Kimi zaman şehirler insanı büyütür,
kimi zaman da insan şehirleri taşır içinde.
Belki de dostluk, iki kalbin aynı zamanı paylaşması değil,
zamanı aşıp birbirine dokunabilmesiydi.
O an anladılar:
Mesafeler, ülkeler, yıllar değişebilirdi —
ama bir dostun varlığı, insanın kendi sesini duymasını sağlardı.
Kahve bitmişti, sohbet susmuştu belki,
ama içlerinde yankılanan o sıcaklık hâlâ oradaydı.
Çünkü bazı bağlar, ne zamana yenilir ne de uzaklığa.
Onlar, İstanbul’un sabahında ve Viyana’nın gecesinde,
aynı melodiyi, aynı sevgiyi taşıyorlardı: dostluğun kendini unutturmayan o derin sesini.


