
Sonbahar, Salzburg’un üzerine ince bir altın tozu gibi serpilmişti. Mirabell Bahçeleri’nden geçerken ayaklarımın altında ezilen yapraklar, sanki kentin yüzyıllardır biriktirdiği hikâyeleri fısıldıyordu. Gökyüzü, Gaisberg’in zirvesine değen bulutlarla yorgun bir tablo gibiydi; ne tam gri, ne de tamamen mavi, tıpkı insanın iç dünyası gibi, kararsız bir geçiş mevsiminde…
Mozart’ın doğduğu evin önünde durduğumda, pencerenin ardında bir keman sesi duyumsar gibi oldum. Belki de bu sadece zihnimde yankılanan bir hayaldi; ama Salzburg’un taş sokakları, hayallerle gerçeklerin birbirine karıştığı bir rüya mekânıydı zaten. Her köşede bir tarih kırıntısı, her sessizlikte bir ezgi saklıydı. Bu şehir, insanın kendine dönmesi için bir davet gibi… çünkü burada zaman, sadece geçmiyor, düşünüyor.
Kapuzinerberg’e tırmanırken sis, kentin üstüne bir düşünce perdesi gibi çökmüştü. Ağaçların sararmış yaprakları arasından görünen barok kubbeler, insanın zihninde hem Tanrı’ya hem zamana uzanan bir çizgi oluşturuyordu. Salzburg, insana fısıldar: “Her şey geçer, ama güzellik kalır.”
Bu düşünceyle, Mönchsberg’in yamaçlarında, aşağıda uzanan Salzach Nehri’ne baktım. Nehir, tıpkı hayat gibi sessizce akıyordu ne aceleyle, ne durarak. Her damlasında bir geçmişin yankısı, her kıvrımında bir geleceğin umudu gizliydi.
Hohensalzburg Kalesi’nin taş duvarlarına dokunduğumda, parmak uçlarımda soğuk bir zaman hissi vardı. Bu taşlar, yüzyıllar önceki korkuları, zaferleri, duaları hâlâ hatırlıyor gibiydi. İnsan tarihi okurken aslında kendi faniliğini okur; çünkü her taşın, her eserin ardında aynı sonsuz sorunun yankısı vardır: “Ben kimim, ve bu dünyada ne kadar kalacağım?”
Belki de bu yüzden sonbahar bana Salzburg’da daha derin gelir, çünkü şehir de, mevsim gibi, zarif bir vedayı hatırlatır.
Akşamüstü, kentin üstüne inen sisle birlikte sokak lambaları yanmaya başladığında, Mozartplatz’da duran bir kadın keman çalıyordu. Notalar, soğuyan havada buğulanmış bir dua gibi yükseliyordu. O an anladım ki, Salzburg’un ruhu müzik değil sadece; bekleyiştir, susuştur, geçmişle bugünün sessiz uzlaşmasıdır.
Ve belki de insan, Salzburg’da şunu fark eder: Gerçek yolculuk şehirlerde değil, zamanın içindedir.
Çünkü bazı şehirler sadece gezilmez, yaşanır, duyulur, hatta düşünülür.
Salzburg da onlardan biridir.













