Viyana’ya Dönüş

English version available as well

Uçak Viyana Havalimanı’na indiği anda bir sessizlik çöker, derin bir nefes gibi, yalnızca bir yere değil, bir ritme geri dönmek gibidir bu. Fincanların tıngırtısı, sohbetlerin yumuşak uğultusu, kavrulmuş kahve çekirdeklerinin havaya karışan zengin kokusu… İstanbul’un hareketli, kaotik ruhunda geçen günlerden sonra, o dönüp duran çarşılar, Boğaz’a karışan ezan sesleri, Viyana, tanıdık bir rüyaya geri dönmek gibi gelir; kadife bir sükûnetin ve bilinçli duraklamaların rüyası.

Birkaç saat sonra kendimi Gumpendorferstraße’de, phil adlı kafe-kitabevinde buluyorum. Burası, hem kahveye hem plağa zarif bir tutkusu olan eski bir dostun oturma odası gibi. Kitaplar duvarlara yaslanmış, içeride caz müziği fısıltı gibi dolaşıyor, ve pencerelerden içeri süzülen o tanıdık Viyana ışığı her şeyi altın bir sessizliğe boyuyor. Gümüş bir tepside önümde duran manzara: bir Wiener Melange, bir bardak su, ve dikkatle yerleştirilmiş bir kaşık, Viyana kahve kültürünün özü, kusursuz sadelikte bir ritüele dönüştürülmüş.

Melange sadece bir kahve değildir; bir fincanda anlatılan bir hikâyedir. Rivayete göre bu içecek, şehrin kahveyle uzun süredir süregelen aşkından doğmuştur. 17. yüzyılın sonlarında Osmanlıların Viyana’dan çekilmesinden sonra geride kalan kahve çuvallarıyla başlar hikâye. İstanbul’da yaşamış Franz Georg Kolschitzky, bu gizemli çekirdeklerin değerini anlar. Viyana’nın ilk kahvehanesini açar ve sert kahveyi süt ve balla yumuşatır, bu küçük jest, yabancı acılığı Viyana’ya özgü bir inceliğe dönüştürür: zarif, dengeli ve sonsuz bir nezaketle dolu.

Phil’deki Melange da aynı eski dünya zarafetini taşır. Sütün köpüğünde kalp şeklinde bir desen, özenli bir dokunuş. Fincanı kaldırırken düşünüyorum: bu şehir, beklemenin sanatını mükemmelleştirmiş. İstanbul’da kahve kaderdir, tutkudur; bir ninenin anlattığı hikâye kadar yoğun. Viyana’da ise içe dönüştür; düşünceler arasındaki zarif, yavaş bir duraklama. Burada kahve içmezsin, kahvenin içinde yaşarsın.

İki şehir arasındaki fark damağımda kalıyor: Türk kahvesinin baharatlı, keskin dokusu — Melange’ın kadifemsi yumuşaklığına karşı. Biri bir ilan, diğeri bir iç çekiş. Ama ikisi de bilir ki kahve sadece bir içecek değil, bir aynadır, onu demleyen kültürü yansıtan bir yüzey.

Etrafımda, Viyana sessizce akıyor kafenin penceresinden: dar sokaklardan süzülen bisikletler, tramvayların hafif gıcırtısına karışan çan sesleri… Yudumlarım, ve zaman kendi içine kıvrılıyor. Belki kafein, belki özlem, ama içimde o tanıdık Viyana hüznü beliriyor — yerel halkın Wiener Schmäh dediği şey: tatlıyla hüzün arasında, dönmenin ve değiştiğini fark etmenin şiiri.

Melange’ı yavaşça bitiriyorum, son sıcaklığın dilimde kaybolmasına izin vererek. Yanındaki su bardağı — berrak, sade — eski kafe geleneklerine sessiz bir selam: biraz daha kal, biraz daha düşün, biraz daha yaz, biraz daha var ol.

Viyana’ya döndüğümde her şey hem sonsuz hem geçici hissediliyor, tıpkı kahvenin üzerinde eriyen köpük kalbi gibi. Boş fincanı yerine koyarken anlıyorum ki bu şehir, sabırlı ritüelleri ve yumuşak temposuyla, yeniden başlamanın en güzel yeridir.